Kriter Yayınevi, İstanbul, 2020
Savaş üzerine yazılabilecek hiçbir yazı mutlu, huzurlu, imar
eden, pozitif bir bütünlük arz edemez. Muhtevası yüzünden oldukça karmaşık, bakış
açısı ve motivasyonuna göre değişen muğlak bir doğrular ve dürtüler alanıdır. Her
birey (yönetici), her ulus, her devlet ya da imparatorluk, bu düzlemde doğruları,
motivasyonları, ülküleri ve dayanma sınırı ile savaşın etki alanına göre hareket
eder. Dolayısı ile savaş ile ilgili yazılan yazıların oldukça dikkatli irdelenmesi
ve objektif olarak ele alınması bir çaba olsa da tamamen haklı ya da haksız taraf
belirlemeleri nispeten görecelidir. Bir devletin “isyan” olarak ele aldığı bir konu,
aynı muhatap savaşılan devlet tarafından “bağımsızlık mücadelesi” olarak algılanabilir.
Dahası, zulme karşı bayrak açan bir kuvvet, yönetime gelince bizzat zulmün uygulayıcısı
olabilir. Ya da kutsal değerleri güdülenen halkın dâhil olduğu bir savaşta, bireysel
başıbozukluklar ya da göz yummalar cereyan edebilir.
En özet şekli ile ifade edilecek olunursa, savaşlar bir günde
çıkmadığı gibi bir günde bitmez. Etkileri açısından “kelebek etkisi” gücüne sahip
olan “savaş hali” durumu kendisini her ne kadar çağın gerekliliklerine göre güncellese
de sebep olunan acılar açısında değişen bir şey yoktur. Ölen insanların hikayeleri
hala acıdır, eşini ya da kocasını, babasını kaybeden kadınların acısı hala aynıdır.
Ebeveynlerini kaybeden, ailece işkence, sürgün yaşatılan çocukların acıları hala
aynıdır. Savaş açısından değişmeyen nadir şeylerden biri de işte bu yaşanılan ortak,
evrensel acılardır.
Akademiler ya da araştırmacılar ise bu bakış açılarının mimarlarıdır.
Akademilerin inşa ettiği bakış açıları arasından doğruyu arayan zihinler bu yapıların
ne denli taraflı, dürüst, isabetli, ya da güvenli olduklarını ancak birçok bakış
açısını gördükten sonra anlayabilirler.
Globalleşen, hızla değişen, güdülenen 2000’li yılların dünyasında
bu bakış açılarını kazanmak oldukça güçtür. Ciddi ve bilinçli bir bilgi dezenformasyonunun
yanında, toplum mühendisliği çalışmaları ile formatlanan, kitle iletişim araçları
ile yeni veriler yüklenen zihinlerde, haklı-haksız algısı her geçen gün tenis maçındaki
topun yön değiştirmesi gibi değişebilmektedir. Daha da vahimi artık bu düzlemde
devletler savaş gerekçesi bile sunmadan (ya da görece şaka gibi, kimsenin inanmadığı-kendileri
dâhil) savaşlar yapmaya başlamışlardır.
Savaşların tarih şeridinde yer alan birçok motivasyonu bu şekilde
değişmiştir. Örneğin, kişi takdiri, toprak kazanma, din merkezli, şan şöhret için
yapılan savaşlar görülürken daha sonra sömürü, teknoloji yarışları ile savaş alanına
farklı güdüler eklenmiştir. Nihayetinde bir kişinin savaş istemesinin kâfi olduğu
eski dönemler savaş anlayışına geri dönülmüştür. “Güç” savaşın en büyük yoldaşı
olmaya devam etmiştir. Savaşı güçsüzlerden ziyade mevcut gücünü korumak isteyen
veya daha fazla güç kazanmak isteyen devletler tarafından çıkarıldığı son iki dünya
savaşı örneğinde apaçık ortadadır.
Amaçlar ve kazanımlar noktasında 21. Yüzyıl ise; kural ve evrensel
hukuk sınırlarını oldukça zorlayan bir dönemin taşıyıcısıdır. Modern savaş yöntemleri
artık halkları kategorize eden, uyutan (uyumlu hale evriltme ya da pasifleştirme-gerekirse
itibarsızlaştırma), dost gözüken ancak asla emellerinden taviz vermeyen, mekanikleşme
eğilimleri gösteren versiyonları ile kemikleşmeye meyyal bir yapıdadır. Mekanikleşen,
güçlü devletlerin kendi aralarındaki “kuralsızlık kabulleri” ile insana etki eden
ancak insanı bu süreçten etkilenen değil de bir materyal olarak kabul eden duygusuz
bir cinnet kabulü vardır.
2000’li yılların başında yer alan nesillerin savaş ve savaş gerekçeleri
konusunda artık kafaları çok karışıktır. Aidiyet ve vatanseverlikle, istiklal veya
önleyici hizmetlerle, propaganda veya ajanlık faaliyetleri ile artık devletlerin
makul ve şeffaf uygulamaları yoktur. Söylem ve eylem çatışması alenen uygulanabilmekte
ve günübirlik düşmanlar dostlar değişebilmektedir. Kadim dostluk veya ahde vefa
söylemleri eski moda anlayışların-saflığın-bürokrasi acemilerinin işi olarak görülebilmektedir.
Savaş mefhumu içerisinde insana, duyguya, asalete, merhamete
dair ne var ise yerle yeksan edilerek bu tavır meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Savaşların bedellerini, etkilerini bizzat kendisi veya etrafında oluşturduğu oligarkların
ödemediği-yaşamadığı yapılar, bu savaş söylemlerinde daha cesur! Davrana bilmektedirler.
Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk’ün (yıllarca savaş deneyimi
yaşamış ve esaretten bağımsız bir devlet dönüşümüne şahit olmuş bir kişinin) şu
sözü zaman zaman kaçınılmaz olan savaşın kutsallığı (vatan müdafaası) hariç, savaşın
“bir cinayet” eyleminin bütün özelliklerini barındırdığını ilan eder!
Güçlü olmak önemlidir, cesur olmak önemlidir, savaşçı olmak önemlidir…
Ancak savaşılan ve müdafaa edilen dönemlerin devletleri, insanları; insaf ve hukuktan
çıkarmamaları temel prensip olarak yeniden kabul edilmelidir. Dünya birkaç obur-cahil-deli
veya maceraperest çığırtkanların eline bırakılamayacak kadar değerli, önemli şimdilik
tek yaşam alanıdır.
Dr. Songül ALŞAN
Erzincan 2020